Uzaklaşan Kalpler Hikayesi


Hintli bir ermiş öğrencileri ile gezinirken Ganj nehri kenarında birbirlerine öfke içinde bağıran bir aile görmüş. Öğrencilerine dönüp “insanlar neden birbirlerine öfke ile bağırırlar?” diye sormuş.

Öğrencilerden biri “çünkü sükûnetimizi kaybederiz” deyince ermiş “ama öfkelendiğimiz insan yanı başımızdayken neden bağırırız? O kişiye söylemek istediklerimizi daha alçak bir ses tonu ile de aktarabilecekken niye bağırırız?” diye tekrar sormuş.

Öğrencilerden ses çıkmayınca anlatmaya başlamış: “İki insan birbirine öfkelendiği zaman, kalpleri birbirinden uzaklaşır. Bu uzak mesafeden birbirlerinin kalplerine seslerini duyurabilmek için bağırmak zorunda kalırlar. Ne kadar çok öfkelenirlerse, arada açılan mesafeyi kapatabilmek için o kadar çok bağırmaları gerekir.”

“Peki, iki insan birbirini sevdiğinde ne olur? Birbirlerine bağırmak yerine sakince konuşurlar, çünkü kalpleri birbirine yakındır, arada mesafe ya yoktur ya da çok azdır. Peki, iki insan birbirini daha da fazla severse ne olur? Artık konuşmazlar, sadece fısıldaşırlar çünkü kalpleri birbirlerine daha da yakınlaşmıştır. Artık bir süre sonra konuşmalarına bile gerek kalmaz, sadece birbirlerine bakmaları yeterli olur. İşte birbirini gerçek anlamda seven iki insanın yakınlığı böyle bir şeydir.”

Daha sonra ermiş öğrencilerine bakarak şöyle devam etmiş: “Bu nedenle tartıştığınız zaman kalplerinizin arasına mesafe girmesine izin vermeyin. Aranıza mesafe koyacak sözcüklerden uzak durun. Aksi takdirde mesafenin arttığı öyle bir gün gelir ki, geriye dönüp birbirinize yakınlaşacak yolu bulamayabilirsiniz.”

Demiryolu Hikayecileri




Ülkenin büyük şehirlere uzak bir dağbaşı kasabasında, bir demiryolu
istasyonunda çalışan üç hikayeciydik. İstasyon binasına bitişik yanyana üç
kulübemiz vardı. Ben, genç yahudi, bir de genç kadın. Seyyar hikaye satıcılığı
yapıyorduk. İşimiz pek parlak sayılmazdı; çünkü istasyonumuza tren çok seyrek
uğruyordu. Ayrıca, yalnız posta trenlerinin geldiği günler iyi iş yaptığımız
söylenemezdi. Öğleden sonra gelen posta trenlerinde daha çok elma, ayran ve
sucuk-ekmek satılırdı. Bu saatlerde genellikle biz hikayeciler uyurduk.
Böylece gece için de dinlenmiş olurduk: çünkü bizim bütün ümidimiz, gece
yarısından sonra geçen tek eksprese bağlıydı. Öteki seyyar satıcılar bu
saatlerde uyanıp gelemezlerdi çoğu zaman. Bizim de (hikayeciler) uyuyarak gece
ekspresini kaçırdığımız olurdu. Oysa istasyon şefiyle de aramız iyiydi; fakat
nedense genellikle bizi uyandırmayı ihmal ediyordu istasyonun bu tek memuru.
Ona da hak veriyorduk bir bakıma: Makasçılık yapıyordu, telgraflara bakıyordu,
bütün işaretleri düzenliyordu; trenlere bilet satmak, kapıları açmak,
kapamak.. bütün işler tek bir adamın üzerindeydi. Ona yaranmak için sık sık
bedave hikayeler veriyorduk; gene de bizi uyandırmayı unutuyordu bazen. Çoğu
zaman, kendiliğimizden uyanmak zorundaydık. Bütün gün de hikaye yazdığımız
düşünülürse, bunun pek kolay bir iş olmadığı ortadaydı. Evet, öğleden
sonraları uyuyorduk; ama genellikle akşam üzeri ilham geliyordu ve gecenin geç
saatlerine kadar yakamızı bırakmıyordu. Bu `yakamızı bırakmıyordu' sözüyle
alay ediyordu istasyonun şefi; biz de böyle anlarda, onun tek başına
çalıştığını, her işe tek başına yetişemeyeceğini unutarak şiddetle
eleştiriyorduk onu: İstasyon şefliği odasına bitişik kulübelerimize kadar
zahmet edemez miydi ekspresin geldiği sıralar? Aynı işyerinde çalışan
memurlar sayılırdık bir bakıma. Üstelik bazı geceler, yemeği bile unutarak
elle yazdığımız hikayeleri, istasyon şefinin odasındaki tek daktiloda temize
çekiyorduk. Hikayeciliğe ilk ben başladığım için daktilo yazarken ilk sırayı
bana veriyorlardı arkadaşlarım. Fakat ben sıramı genellikle genç yahudiye
veriyordum. Bu zayıf ve hastalıklı genç yahudiyi çok seviyordum.

Evet, bir bakıma demiryolu idaresinin memurları sayılırdık: kulübelerimiz
de istasyon binası için ayrılan la,,alana kurulmuştu, üstelik hepsi bir
örnekti ve istasyon binası ile aynı mimari özellikleri taşıyordu. İstasyon
şefi gülerek, "memur hikayeciler" diyordu bize. Sonra o bitip tükenmez
tartışma başlıyordu: Hayır biz memur konumu içinde düşünülemezdik: Bir kere
parça başına ücret alıyorduk. Ayrıca bu ücret, ekspres yolcuları tarafından
ödendiği için resmi bir ödeme sayılmazdı. Siz esnaf hikayecilersiniz diyordu
istasyon şefi bize. Aslında ben memeur ya da esnaf olarak nitelendirilmek
istemiyordum; biz sanatçıydık. Ayrıcalı bir durumda olmalıydık. Ne var ki
ayran, elma ve sucuk-ekmek satıcılarının uyanık olduğu gecelerde birbirimizi
iterek yolculara mallarımızı beğendirmeye çalışırken `ayrıcal bir durumda'
olduğumuz söylenemezdi. Biz de öteki satıcılar kadar bağırıyorduk malımızı
satmak için. Tabii genç yahudinin pek sesi çıkmıyordu; genç kadın da yiyecek
satıcılarıyla perona inen yolcular arasında sıkışıp kalıyordu. Zaten satacak
çok malımız da yoktu. İstasyon şefinin köhne daktilosunda her hikayeden ancak
bir iki kopya çıkarabiliyorduk. Son kopyalar da oldukça silikti, bunlara pek
alıcı bulamıyorduk. Hikayeler bir iki kere satılmadı mı eskiyor, onlara
müşteri bulmak güçleşiyordu. Çünkü güncel konuları işleyen hikayeler
yazıyorduk ve bir iki günlük modası geömiş hikayeleri uzattığımız zaman
yolcular yüzlerini buruşturarak, "Bunları biliyoruz, yeni şeyler yok mu?"
diyerek bayat hikayelerimizi suratımıza fırlatıyorlardı. O zaman da elma ve
ayran satıcılarına kaptırıyorduk sıramızı.

Başka güçlüklerimiz de vardı: tren her zaman bizim kulübelerin önünde
durmuyordu. Birinci perona çoğu zaman yük vagonlarını yaklaştırıyordu
isatsyon şefi. Bu yüzden ekspres, ikinci hatta, üçüncü perona (bunlara `peron'
denirse) yanaşmak zorunda kalıyordu. Yiyecek satıcıları bu durumu daha önceden
öğrendikleri için, treni oralarda bekliyorlardı. Biz hep son dakikada
uyandığımız için, uyku sersemi çoğu kere önceyük vagonlarına çarpıyorduk
telaşla. Sonra vagonların çevresini dolaşmak, rayların arasından gece
karanlığında dikkatlice geçmek gerekiyordu. Trenin durduğu yer de iyi
aydınlatılmıyordu. Özellikle bu, bizim için çok önemliydi: Küçük hasır
sepetler içinde tomarlar halinde duran hikayelerimiz, hemen satılmıyordu. Her
yolcu tomarları (genellikle hırpalayarak) açıyor, hiç olmazsa sayfalara bir
göz atıyordu. Karanlık işimizi zorlaştırıyordu. Satırları iyi görmedikleri
için baştan savma bir göz gezdirdikten sonra geri veriyorlardı.

Satışlar iyi gitmiyordu. Savaş yıllarıydı. Ekmek bile pahalıydı. Ayrıca,
sık sık karartma yapılıyor, istasyonun ölgün ışıkları eserlerimizi büsbütün
aydınlatmaz oluyordu. Böyle gecelerde çalışmak da anlamsızlaşıyordu. Kara
perdelerini sıkı sıkıya örttüğümüz pencerelerimizin gerisinde, mavi kağıtlara
sardığımız lambaların donuk ışığında, satılıp satılmayacağı belirsiz kısa
hikayelerimizi yazmaya çalışıyorduk. Allahtan, aldıkları malı doğru dürüst
incelemden, üstelik iki misli para vererek kapışan yataklı vagon yolcuları
vardı. Bunlar yemeklerini yemekli vagonda yedikleri için bizim pis
ayrancılara, elmacılara ve sucuk-ekmekçilere (özellikle onlara) aldırmazlardı.
Ülkede taze olarak hikaye satılan tek istasyon olduğu için bizim ünümüzü de
duymuşlardı. Onlara her zaman ilk kopyayı ayırırdık, titiz müşterilerdi. Ne
var ki onların da rahat yataklarından kalkmaları kolay değildi. Gene de bir
kolayını bulmuştuk: Yataklı vagon memurlarına bşrkaç kuruş vererek yolcuları
bizim istasyonda uyandırmalarını sağlıyorduk. (Ayrıca her gelişlerinde bedava
birer hikaye alıyorlardı bizden. Okuduklarını pek sanmıyorum. Herhalde elden
düşme satıyorlardı). Yataklı vagon yolcuları da olmasa halimiz haraptı.
Bunlardan bazılarıylailişkiler de kurmuştuk. Acıklı durumumuzu bildikleri
için, onları geçirmeğe gelen dostlarının getirdikleri pasta, kurabiye gibi
yiyecekleri bize de verdikleri olurdu. Genellikle geceleri çalıştığımız için
çok acıkıyorduk. Hikayeleri geceleri yazıyor, geceleri temize çekiyor,
geceleri satmaya çalışıyorduk. Ekspres uzaklaştıktan sonra yorgun argın
istasyon binasına döner; bekleme odasında, yataklı vagon yolcularının
verdikleri kurabiyeleri yerdik. Bazen öteki satıcılar da gelirdi bizimle
birlikte. Ayrancı, satamadığı ayranından ikram ederdi bize; nasıl olsa ertesi
sabaha kadar ekşiyecekti ayranı. Bize biraz acıyorlardı galiba. Elmacı da -her
zaman değil- bir elma soyardı bizim için. Biz onlara satamadığımız
hikayelerimizi veremezdik: Hiçbiri okuma yazma bilmiyordu. Sadece
sucuk-ekmekçi bazen hikayelerimizden -hangimizinki olursa olsun- isterdi, son
kopyalardan olmak şartıyla: İnce kağıttan olduğu için sigara sarıyordu
hikayelerimize.

Bazen, neşeli olduğum zamanlar, yani satşlar iyi gitmişse, yiyecek
satıcılarına hikayelerimi okurdun. (Genç kadın buna karşıydı).
Sucuk-ekmekçiyle elmacı daha ilk satırlarda uyuklamaya başlardı, fakat sonuna
kadar kalırlardı bekleme odasında. (Hikayenin sonuna doğru da uyanırlardı.)
Ayrancı bütün dikkatiyle dinlerdi beni; bu ilgi hoşuma giderdi. Elimden
geldiği kadar hikaye kahramanlarının konuşmalarını canlandırmaya çalışırdım
okurken. Sonunda sucuk-ekmekçi başını sallar, kötü günler yaşıyoruz diyerek
içini çekerdi. Olur böyle şeyler derdi elmacı da: İnsan neler görüyor
yaşadıkça. Satıcıların acıklı öykülerini anlatan hikayeler de yazmıştım.
Bunları dinlerken ayrancı bile uyuklardı.

İstasyon şefinin de yazdıklarımıza aldırdığı yoktu: fakat nedense, her
hikayemizden muhakkak bir kopya alır ve bunları özenle dosyalayarak ayrı bir
dolapta saklardı: Yönetmelikler böyle gerekiyormuş. Demiryolları idaresinin
toprakları içinde yazlıldıkları için 248. maddenin kapsamına giriyormuş bizim
durumumuz. Kanun maddelerinden söz edilince ben elimde olmayarak kızardım:
Bizim durumumuzu düzeltecek, bize deistasyon toprakları içinde şerefli bir yer
verecek yasalar yok muydu? Bizi sucuk-ekmek yasalarıyla bir tutan anlayışa her
zaman karşıydım. Gene uzun bir tartışma başlardı: İstasyon şefi dolaplardan
kara kaplı kitaplar indirir, yiyecek satıcıları hakkında Sağlığı Koruma
Yasalarının uygulandığını ileri sürerdi.

Bence durum gittikçe kötüleşiyordu. Genç yahudi gittikçe zayıflıyordu.
Bence gizli bir hastalığı vardı. Onu tedavi ettirecek paramız yoktu.
Demiryolları hastanesi de bizi kabul etmiyordu. Ben kızıyordum istasyon
şefine: Bizi 248. maddenin kapsamına sokarak elimizdn hikayeleri neredeyse
zorla almasını biliyordu. Daha kestirme bir ulaşımı sağlamak için bizim
istasyona uğramayan bir demiryolu yapılacağı söylentileri de dolaşıyordu.
Artık sadece posta trenleri uğrayacaktı buraya.

Üzüntüler içindeydim, üstelik aşık olmuştum. Elbette, üçüncü kulübede
oturan genç kadına aşık olmuştum. Bir gece, bizi tanımayan bir yataklı vagon
memuru onu iterek vagon kapısından dışarı atmıştı. Seyyar satıcıların yataklı
vagona girmesi yasaktı. Genç kadın tozlu yerlere düşmüş, sepeti, hikayeleri
ortalığa saçılmıştı. Onu teselli ettim, saçlarını okşayarak ağlama, dedim.
Peronda ikimizden başka kimse yoktu. Öteki satıcılar çabuk satmışlardı
mallarını, hemen ayrılmışlardı istasyondan; son zamanlarda onlarla aramız iyi
değildi: Yataklı vagonlara kapalı şişelerde, Sağlığı Koruma Yasalarına uygun
olarak hazırlanmı gazoz, saydam kağıtlara sarılmış sucuk-ekmek filan satmak
istiyorlardı. Yataklı vagon memurunu da ayarlamışlardı. Yarabbi, her gün neden
yeni sıkıntılar çıkıyordu? Bu doymak bilmeyen yataklı vagon yolcuları da,
yemekli vagonlarda o kadar yemek yedikten sonra -kim bilir neler yiyorlardı-
geceyarısından sonra gene acıkıyorlardı. Allahtan geçici bir tüzük maddesi
bulmuştuk ve henüz yatklı vagona yaklaşmaya cesaret edemiyorlardı bu yüzden.
Bu münasebetsiz yasa da bir ay sonra yürürlükten kalkıyordu. İkimiz -genç
kadınla ben- gece soğuğunda titreyerek birbirimize sarılmıştık. Bizi bu
kasabaya hangi rüzgar atmıştı? Ne kötü şartlar altında çalışıyorduk. Yiyecek
satıcılarıyla, tren memurlarıyla, açlıkla ve sefaletle uğraşmaktan sanatımızı
doğru dürüst yapamıyorduk. Her şeyden önce doğru dürüst kitabımız bile yoktu.
Kitap almak için büyük şehire gidecek tren paramız bile yoktu. Bu şartlar
altında bizden ne beklenebilirdi? Düşündükçe durumumuzun ümitsizliğini ve
garipliğini daha iyi anlıyordum: Aslında istasyon binasının yanında bize ktu
gibi odalar vermekle demiryolları idaresi hiç de bizim yararımıza
çalışmamıştı. Gündüzleri gürültüyle düdük çalarak geçen trenler yüzünden
sürekli uyuyamıyorduk. Yazdıklarımızın da değeri bilinmiyordu: Geçen
gecelerden birinde genç ve düzgün yüzlü bir yataklı vagon yolcusu, kendisine
daha önce sattığımız hikayelerin bir kısmını tanınmış bir eleştirmene
gösterdiğini ve bu ünlü yazarın da hikayeleri çok basmakalıp ve modası geçmiş
bulduğunu söylemişti. Yağmur çiseliyordu, sepetteki hikayelerin dış sayfaları
ıslanıyordu. Sonbahardı. İnce ve her tarafı sökülmüş kazağımın içinde
titriyordum. Bu şartlarda daha iyi ne yazabilirdim? Birden genç yataklı vagon
yolcusuna sinirlenerek buz gibi bir sesle, isterseniz geri verin hikayeleri,
paranızı da alın demiştim. Aslında yalan söylüyordum: Cebimde meteliğim yoktu.

Bunları düşünerek dalıp gitmiştim. Çevremin farkında değildim. Tren
uzaklaşmıştı. Birden kollarımın arasında genç kadını gördüm. Bana sokulmuş,
başını göğsüme dayamıştı. Onu öptüm. Hikaye sepetlerimizi koluma taktım,
uzaktan ışıkları görünen istasyonumuza doğru yürüdüm. O gece genç kadınla
üzmitsizliğin ve yalnızlığın verdiği karışık duygular içinde seviştik. Şimdi
bu satırları yazarken, öteki satıcıların, asık suratlı istasyon şefinin ve
rayların arasında sıkışıp kalmış kulubemde yazmış olduğum bir günlük
hikayelerimin ucuz duyarlılığına kapılmış olmaktan korkuyorum. Evet genç
kadını seviyordum, sık sık onun kulübesine giderken yahudinin evinin önünden
geçmek zorunda kalıyordum ve bu durumdan sıkılıyordum. Genç yahudinin de
hastalığı ilerlemişti. Artık her gece, eskisi gibi hikaye satmaya çıkamıyordu;
hikayelerinin sayısı da gittikçe azalıyordu. Son günlerde onun hikayelerini de
ben yazmaya başlamıştım. O kadar halsizdi ki bu yardıma bile itiraz
edemiyordu. Kendini iyi hissettiği zamanlar masanın başına geçiyor çok kısa
hikayeler yazıyordu. İstasyon şefi bunları az buluyor ve şimdi
hatırlayamadığım bir yönetmelik maddesine göre, kulübelerimizin kirasını
çıkarmamız için daha çok yazmamız gerektiğini ileri sürüyordu. Yazdığımız
konulara, hatta yazış biçimimize bile karışır olmuştu.

Ben o sıralarda aşk hikayeleri yazmaya başlamıştım. İstasyon şefi,
dedikodulara yol açacağını ileri sürerek bunlara da engel olmak istedi. Onun
bütün hareketlerine boyun eğiyorduk. Buradan atılırsak, böyle içinde yazma
kulübeleri olan başka bir tren istasyonu nereden bulacaktık? Sevgilim,
istasyon şefinin yemeklerini pişirip söküklerini dikiyordu, mesele çıkmasın
diye. İstasyon şefi bizi küçümsüyordu, yanılmıyorsam aslında her zaman
küçümsemişti. Şimdi de demiryollarının sayesinde ekmek yediğimizi ileri
sürerek sadece bu konuda hikaye yazmamızı istiyordu. Kendisini örnek
veriyordu: Hiç istasyon şefi demiryollarının dışında iş yapıyor muydu? Ona boş
yere her gün demiryolları ile ilgili konular bulmanın zorluğunu anlatmaya
çalıştım. Aslında bizim bu işe yanaçmayacağımızı biliyordu. Güç şartlar
altında sürdürmeğe çalıştığımız yaşayışımızda yeni bir endişe kaynağı yaratmak
için üst makamlara aleyhimizde raporlar yazacağını söyleyerek bizi tehdit
ediyordu. Öteki satıcılarla da bozuşmuştuk. Ülkenin bu ıssız köşesinde birkaç
kişiden ibaret küçük topluluğumuzda huzur içinde yaşamayı beceremiyorduk.

İçimin yorulduğunu hissediyordum. Her gece yarısı yarım kalan uykular,
tren düdükleri, anlayışsız ve cahil ya da rahat ve kendini beğenmiş bir
müşteri kalabalığına yeni hikayeler bulma zorunluluğu, hastalığı gittikçe
ağırlaşan genç yahudi ve gittikçe huysuzlaşan istasyon şefimiz.. hangi tarafa
yetişeceğimi bilemiyordum. Sevgilim de yorgun ve bezgindi; onun da
hikayelerine yardım etmek zorundaydım.

Düşücemin bulandığını seziyordum. İstasyon dışındaki dünya ile ilişkilerim
gittikçe zayıflıyordu. Günlerin nasıl geçtiğini izleyemiyordum artık.
Hikayelerim için güncel olaylar bulmakta, insanları ve maceraları birbirine
bağlamakta eski becerim kalmamıştı. Önemli olayları bile öğrenemiyordum çoğu
zaman. Evet bazı olayları biliyordum: Savaş bitmişti. Cephelerden akın akın
dönen askerler geçiyordu trenler dolusu. Onlardan kırık dökük bilgiler
toplayarak savaş hikayeleri yazdım bir süre. Bu arada bir çok şeyi
hatırlayamıyordum: Savaş bizim ülkemizde mi geçmişti? Yoksa uzak çöllerde mi
savaşılmıştı? Topraklarımız genişlemiş miydi, daralmış mıydı? Genç yahudi
bitkin gülümsemesiyle karşılık veriyordu bana: Bizim istasyon hep aynı yerde
kaldığına göre, bunların önemi var mıydı? Top sesleri duymadığımıza göre,
savaş hiçbir zaman bizim istasyona yaklaşmamıştı.

Sonra, hikayelerime asık suratla göz gezdiren yataklı vagon yolcularının
yüzlerinden savaş biteli çok olduğunu anladım. Bir yolcu da şehir isimlerinde
önemli yanlışlıklar yapmaya başladığımı söyledi bir gün. Yöneticilerimizin
adlarını da birbirine karıştırıyor ya da unutuyordum. Öyle ya yıllardır insan
adlarını hiç yüksek sesle söylememiştim. İstasyon topluluğumuzda yıllardır
birbirimize seslenmiyorduk. Böyle bir gereği hiç duymamıştık. İstasyonun adı
bile, sadece yan duvara, badananın üstüne yazıldığı için silinip gitmişti,
unutulmuştu. Gereğinde kelimeleri aramak için bir sözlüğümüz bile yoktu. Her
gün yazmak zorunda olduğum hikayelerin dışında kalan kelimeleri
hatırladığımdan da kuşkuluydum. Yiyecek satıcılarıyla konuşmuyorduk. İstasyon
şefi de aksiliğini artık yalnızca hareketleriyle ifade eder olmuştu. Genç
yahudi artık konuşamayacak kadar hastaydı. İstediklerini başıyla işaret ederek
belirtiyordu. Genç kadınla sessizce sevişiyorduk. Bu duruma kısa sürede
alıştım.

Aslında geçen sürelerin kısalığı hakkında kesin bir yargıya varamıyordum.
Alışmaktan başka çarem yoktu bu duruma. Artık çok genç değildim. Hikaye
yazmaktan başka bir iş de bilmiyordum. Artık büyük şehire gidemez, kendime
yeni bir hayat kuramazdım. İstasyon dışındaki dünya ile ilişkilerimiz de
gittikçe kendiliğinden azalıyordu. Gazetelerin pahalanması ve artık trenden
başka araçlarla taşınması yüzünden önce güncel olaylarla ilişiğimizi kestik.
Sonra yeni demiryolu hattı açıldı ve ekspres haftada bir gün uğramaya başladı.
Bu benim de işime geliyordu. Artık bir çırpıda biten ve beni telaşla peşinden
koşturan kısa hikayeler yazmak istemiyordum.

Bütün gün odamdan çıkmadan yazıyordum. Yalnız bitişikteki kunduracının
gürültüsü aklımı karıştırıyordu. Çünkü artık genç yahudi yoktu; bir süre önce
ölmüştü. Aslında ben yanıma genç kadının taşınmasını istiyordum. Ne var ki
istasyon şefi, ben daha bu isteiğimi belirtmeye fırsat bile bulamadan bir gün
-bir süre önce- kunduracıyla göründü. Adam da hemen yerleşti. Bu dağ başında
onun da işi bizimkinden iyi sayılmazdı. Kunduracıya genç kadının kulübesine
geçmesini teklif etmeyi düşünüyordum. Bu düşüncem de sanırım çok uzun
sürmüştü. Çünkü bir gün onun kulübesine gittiğim zaman, yani ona bu teklifimi
bildirmek için.. neyse biraz aklım karıştı. Fakat şöyle olmuştu: Yani genç
kadın bir süre önce gitmişti. Evet kulübesi boştu. Benim uzun hikayelerimden
birini yeni bitirdiğim ve uyuyakaldığım bir gece, trene binip gitmişti. O
günlerde kafam daha da karışıktı. Bu uzun hikayelerim nedense hiç satmıyordu.
Ben de haftada bir satış yaptığım için galiba biraz fazla istiyordum.
Hikayelerin de açık ve seçik olduğu söylenemezdi. Günlerimi yarı aç yarı tok
geçiriyordum. Bir gün -yani bir süre sonra- bir yolcu daha önce -bir süre
önce- kendisine satmış olduğum hikaye hakkında ağır eleştirilerde bulundu.
Sayfa numaraları da karışıktı. Ben de ona bir haftadır aç olduğumu söyledim.
Hayır söylemedim. Bunu başka bir yolcuya -bir süre sonra- söyledim. Bir süre
önceki yolcuya her şeyi bilerek yaptığımı anlatmaya çalıştım. Birçok şeyi
unutuyordum.Fakat eleştiriler konusunda hassastım. Böyle zamanlarda, bir de
çok endişelendiğim zamanlarda eski canlılığımı buluyordum. Sonra kaybediyordum
-bir süre sonra. İstasyon şefi beni atacağını, artık bir işe yaramadığımı
söylediği zamanlar endişeleniyordum mesela. Oysa, pek alıcı bulamamakla
birlikte, daha iyi hikayeler yazdığımı sanıyordum. Kundura tamircisi de
dünyada olup bitenler hakkında bir şeyler anlatıyordu. Bunların neler olduğunu
şimdi tam olarak hatırladığımı sanmıyorum. Fakat karışık ve akıl erdiremediğim
bir dünyayı anlatıyordu tamirci. Ona okumağa çalıştığım hikayelerimi de
dinlemiyordu. Oysa ben onların gittikçe ifade edilmesi güç bir açıdan gittikçe
daha büyük değer taşıdığını seziyordum. Bunu tamirciye anlatamıyordum. Çünkü
gitmişti, beni yalnız bırakmıştı. Son konuşmamızdan sonra -bir süre sonra
tabii- istasyondan ayrılmıştı.

Bu, son yazdığım hikayelerden biri. Bunun gibi daha birçok hikaye birikti.
Hikayelerimin hepsi kafamda. Hepsini çok iyi hatırlıyorum. Henüz hhepsini
yazmış olmayabilir. Şimdi bazı geceler, eski alışkanlığımla, gece yarısı
uyanıyor ve bu yeni hikayelerimi sepetime -ya da genç kadının sepetine, ya da
şimdi ölmüş bulunan genç yahudinin sepetine- özenle yerleştiriyorum,
demiryoluna çıkıyorum. Artık tren geçmiyor buradan. Son günlerde istasyon
şefini nedense ortalarda göremiyorum. İzinli olduğunu sanıyorum -çünkü
yıllardır hiç tatil yapmamıştı. Onun elbiseleri de şimdi benim üzerimde.
Giderken yerine beni bırakmış olmalı. Trenler de nedense uğramıyor. Neyse,
bunlar önemsiz ayrıntılar.

Korkuyorum, çünkü buradan gitmek istiyorum. Bakkal daha veresiyeyi
kesmedi. Fakat bu durum artık bir süre daha bile süremez. Bakklandan utandığım
için soramadım, bir zamanlar -bir süre önce- aynı çekingenlik yüzünden kundura
tamircisine de soramamıştım: Bir mektup yazmak istiyordum, ama adres
bilmiyordum. Yani hiçbir adres bilmiyordum. Bana inanmazlardı, bunun için
utanıyordum. Bana herhangi bir adres söyler misiniz? diyemezdim. Oysa herhangi
bir adres yeterliydi benim için. Bir zorluk daha vardı o zamanlar. Şimdi de
var -yani bir süre geçtiği halde- kendi adresimi de bu mektupta yazmak sorunu
beni düşündürüyor. Bu hikayemi, ekspres ya da posta treni artık -belki de
sadece belirli bir süre için- geçmediği halde, bir yolunu bularak
okuyucularıma -artık müşterim kalmadı- iletebilsem bile, nerede bulunduğumu
nasıl anlatacağım? Bu sorun da beni düşündürüyor. Ama gene de ona yazmak, hep
onun için yazmak, ona durmadan anlatmak, nerde olduğumu bildirmek istiyorum.

Kuğu Kızı Peri kızı Masalı



 Yalçın kayaların tepesindeki bir şatoda, genç bir prens annesiyle birlikte yaşarmış. Bu prens havanın çiçek kokularıyla dolu olduğu bir bahar günü avlanmaya gitmiş. Av peşinde dolaşırken akşama doğru ağaçların arasında karşısına gümüş renkli minicik bir göl çıkmış. Birden uzaktan kanat sesleri duymuş ve ağaçların arkasına saklanmış. Üç tane uzun boyunlu . narin kuğu gökten süzülmüş. Gölün kıyısına konan kuğular beyaz tüylerini bir elbise gibi çıkarmışlar. Genç prens gördüklerine inanamamış; kuğular birbirinden güzel genç kızlara dönüşüvermişler. Kızlar göle girip yıkanmış,eğlenmişler.Sonra da kıyıya geri dönüp, tüyden elbiselerini sırtlarına geçirip kanatlanmışlar. Kızların üçü de çok güzelmiş, ama en küçükleri dünya güzeliymiş. Prens o günden sonra başka şey düşünemez olmuş. Varsa yoksa kuğu kız! Sonunda annesine durumu anlatmış. “Eğer kuğu kıza kavuşamazsam, onunla evlenemezsem, ben bu dünyada yaşayamam” demiş. Prensin annesi çok kederlenmiş. “Ah yavrum! Sen kuğu kızı unut” demiş, “O bir peri kızı. Peri kızları da insanların yanında yaşamaz” diye dil dökmüş. Prens annesini seviyormuş, gerçekten yürekten seviyormuş, ama kuğu kızı daha çok seviyor olsa ki, vazgeçememiş. Kızı unutamamış. Kuğuları gördüğü göle geri dönmüş, sabah akşam arada kuğuların geleceği günü bekemeye başlamış. Bir gece uzaktan yine kanat sesleri duyulmuş. Prens heyecanla gözlerini gecenin karanlığına dikmiş. Sonunda üç zarif kuğu göl kıyısına konmuş. Kuğular, beyaz tüyden elbiselerini üzerlerinden atıp yine dünya güzeli birer kız haline gelmişler. Suya girip yıkanmaya başlamışlar. Onlar orada yıkanırken genç prens, en küçük kızın tüyden elbisesini kaptığı gibikaçmaya başlamış. Arkasına bile bakmadan koşmuş. Kız kardeşler de hemen kıyıya yüzmüşler. İki kardeş elbiselerini sırtına geçirip uçmuş. En küçük kız ise tüyden elbisesi olmadığı için uçamamış.Prensin peşinden koşmuş. Onu yakalayınca da önünde diz çöküp elbisesini geri vermesi için yalvarmış, yakarmış. Ablalarının peşinden gidebilmek için diller dökmüş. Prens kararlıymış. Kuğu kızıntüyden elbisesini vermemiş. Sırtına bir pelerin sarıp, kızı şatosuna götürmüş ve onunla evlenmiş. Bir süre sonra kuğu kızı peri kardeşlerini unutmuş. Tüyden elbisesini unutmuş. Gümüş renkli gölü unutmuş. Aradan altı bahar geçmiş. Ağaçlar yedinci defa çiçek açmaya başladığında, kuğu kızı peri kızı, prense bu şatoya ne zaman ve nasıl geldiklerini sormuş. Kız beyaz ışıklar saçan elbisesini bulup eline almış. Denemek ister gibi sırtına geçirmiş ve bir anda tekrar uzun boylu narin bir kuğu olup, açık pencereden uçuvermiş! Prens o günden bu yana her baharda gümüş renkli gölün kıyısına gidermiş.Göl kenarında oturur, gece uzaklardan duymayı ümit ettiği kanat seslerini dinler kuğuların geleceği anı beklermiş. Ama kuğu kız bir daha gelmemiş. Kuğu kızı peri kızını o günden sonra kimse görmemiş.

ANZAKLI ÖMER’İN HİKAYESİ


ANZAKLI ÖMER’İN HİKAYESİ”1957 yılında İstanbul Tıp Fakültesi’nden mezun olup ihtisas yapmak üzere ABD’ye giden doktor Ömer Musluoğlu görev yaptığı hastahanede başından geçen çok enteresan bir hadiseyi şöyle anlatıyor:

“Amerika ‘ya gittiğim ilk yıllar ( 1957) lisanım pek o kadar iyi değil.newyork’da Medical Center Hospital adlı bir hastahanede görev almıştım. Fakat vazifem kan almak,kan vermek,serum takmak,elektrokardiyoğrafi çekmek gibi işler.. Hastaya o kadar önem veriyorlar ki yeni doktorlar hemen direk olarak hasta muayenesine ,tedavisine verilmiyıor. Diğer zamanlarda da laboratuarda çalışıyorum.

Bir hastaya gittim. Yaşlıca bir adam. Tahminen yetmiş beş yaşlarında tabii kendisi ile ingilizce konuşuyorum.

Kan vereceğim kolunuzu açar mısınız?

Çünkü adamcağız kanser hastası olduğu halde üstelik kansızdı. Elimde kan torbası da var tabii ki.. pazusunu açtım. Baktım pazusunda dövme şeklinde bir Türk bayrağı var. Çok ilgimi çekti benim. Kendisine sormadan edemedim.

Siz Türk müsünüz?

Kaşlarını yukarıya kaldırarak ” Hayır “manasına işaret yaptı. Ama ben hala merak ediyorum:

Peki bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir?

“Aldırma işte öylesine bir şey dedi. Ben yine ısrarla dedim ki:

Fakat benim için bu bayrak çok önemli. Dikkatimi çekti. Çünkü bu benim milletimin bayrağı,benim bayrağım…

Bu söz üzerine gözlerini açtı. Derin derin yüzüme baktı ve mırıltı halinde sordu:

Siz Türk müsünüz?

Evet Türk’üm….

İhtiyar gözlerime bakarak tanıdık bir göz arıyor gibiydi. Anlatmaya başladı:

Yıl 1915. Sen hatırlamasın o yılları. Çanakkale diye bir yer var Türkiye’de .orada savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden asker topluyorlardı. Ben Anzak’tım Avustralya Anzaklarından …

İngilizler bizi toplayıp dediler ki: “Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda . birlik olup üzerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir.” Biz de inandık sözlerine vaadetlerine… Savaşmak isteyenler arasına katıldık.

Avustralyalı Anzak ihtiyar anlatmaya devam ediyordu:

Bizim yıkayan İngilizler,Türklere karşı topladığı askerlerin tamamını Çanakkale’ye sevkediyorlarmış. Bizi gemilere doldurup Mısır’a getirdiler o zaman . Mısır’da şöyle böyle birkaç ay talim gördük. Atış talimi . ondan sonra da bizi alıp Çanakkale’ye getirdiler.

Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm. Öyle ki denize düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor,gökyüzünde havai fişekler ,geceyi gündüze çeviriyordu zaman zaman…

Her taaruzunda bizden de Türklerden de yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu. Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret ve cesareti uzaktan gördükçe şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok çok üstün olduğumuz gibi sayı bakımından da fazlaydık. Peki onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey neydi? İlk başlarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar. Meğer barbarlıktan değil,kalplerinde ki vatan sevgisinden kaynaklanıyormuş . bunu nereden anladığımı söyleyeyim.

Biz karaya çıktık. Taarruz edemiyoruz. Bizi püskürtüyorlar. Tekrar taaruz ediyoruz. Bizi tekrar püskürtüyorlar. Tekrar taaruz ediyoruz. Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir dipçik darbesiyle kendimden geçmişim.

Meraktan ağzım açık yaşlı Avustralyalıyı dinliyorum. Savaşın dehşetli anılarını anlatırken hastalığına rağmen tir tir titremeye başlamıştı. Devam etti:

Gözlerimi açtığımda kendimin yabancı insanların arasında gördüm. Nasıl korktuğumu anlatamam. Çünkü İngilizler bize Türkleri barbar,vahşi kimseler olarak tanıttı ya…

Ama dikkat ettim. Yaralarımı sarmışlar. Bana hiç de öfkeli bakmıyorlar. Kendime geldim iyice bu defa çantalarında bulunan yiyeceklerden ikram ettiler bana. İyi biliyorum ki onların yiyecekleri çok çok azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı. Şoke oldum doğrusu. Dedim ki; kendi kendime:

Bu adamlar isteseler şu anda beni öldürdüler. Ama öldürmüyorlar… Veyahut isteseler önceden öldürebilirlerdi. Halbuki beni cephenin gerisine götürdüler. Biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı.

Bu duygularla “Yazıklar olsun bana” dedim. “Böyle asil insanlarla niye ben savaşıyorum ben . Niye savaşmaya gelmişim. Bu İngiliz milleti ne yalancıymış ne kadar Türk düşmanıymış”diyerek pişman oldum. Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki… Bu iyiliğe karşı ne yapsam düşündüm durdum günlerce…..

Nihayet bize serbest bıraktılar. Memleketime döndüm. İşte memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için koluma bu dövme Türk bayrağını yaptırdım. Bu bayrağın esrarı bu işte.

Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken o devam etti:

Talihin cilvesine bakın ki o zaman ölmek üzere iken yaralarıma iyileştirerek ,sıhhate kavuşmama çaba sarfeden Türkler idi. Şimdi de Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarfeden bir Türk…

Ne garip değil mi? Avustralya ‘dan Amerika’ya gelirken bir Türkle karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Size minnettarım. Siz Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız. Bizi hep kandırmışlar… Buna bütün kalbimle inanıyorum.

Peşinden nemli gözlerle “Bana adınızı söyler misiniz? Dedi. “Ömer” cevabını verdim. Gayet merakla tekrar sordu:

Peki niçin Ömer ismin, vermişler sana ?

Babam müslümanların ikinci halifesi isminden ilham alarak bana Ömer adını vermiş.

Yahu senin adın müslüman adı mı ?

Ben “Evet, Müslüman adı” deyince yüzüme baktı baktı,birden doğrulmak istedi. Ban mani olmak istedim. Israr etti.

Ama niye ısrar ediyordu?

İhtiyarın ısrarına dayanamayıp yatakta oturmasına yardım ettim. Gözleri dolu soluydu. Yüzüme bakarak dedi ki:

Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar Mr. Josef Miller idi. Şimdiden sonra “Anzaklı Ömer” olsun.

Olsun

Peki doktor beni müslüman eder misin?Müslüman olmak zor mu ?

Şaşırdım. Nasıl da birdenbire Müslüman olmaya karar gelmişti. Meğer o yaşa gelinceye kadar içten içe hep düşünüyormuş da kimseyle konuşamadığı için ,soramadığı için konuşamıyormuş..

Tabii dedim müslüman olmak çok kolay.

Sonra kendisine imanın ve İslamın şartlarını anlatırım. Kabul etti. Hem kelime-i şahadet getiriliyor, hem de çocuklar gibi ağlıyordu.

Yaşlılık bir yandan,hastalık bir yandan b,ir de yıllardan beri içinde kavuşmak isteyip de bilemediği için kavuşamadığı İslamiyet’e olan hasretin sona ermesi bir yandan bu yaşlı gönlü duygulanmıştı. …Mırıldandı:

Siz müslümanlar tesbih çekersiniz bana da bir tesbih bulsan da ben de yattığım yerden tesbih çekerek Allah’ımı ansam olur mu?

Bu sözden de anladım ki dedelerimiz savaş esnasında Hakkı’ı zikretmeyi ihmal etmiyormuş. Neyse uzatmayayım hemen bir tesbih bulup kendisine getirdim.

Hasta yatağında tesbih çekiyor,biz de gerektiğinde tedavisiyle ilgileniyorduk. Fakat benim için o daha bir başkalamıştı. Müslüman olmuştu.

Bir gün yanına gittiğimde samimi bir şekilde rica ettim.

Beni yalnız bırakma olur mu?

Ne gibi Ömer amca ?

Ara sıra gel de bana İslamiyeti anlat!sen çok güzel şeylerden bahsediyorsun. O sözleri duydukça kalbim ferahlıyor.

O günden sonra her gün yanına gittim. Bildiğim kadarıyla dinimizi anlattım. Fakat günden güne eriyip tükeniyordu.

Kaç gün geçti tam hatırlamıyorum . hastanenin genel hoparlöründen bir anons duydum. “Doktor Ömer! Lütfen 217 numaralı odaya gelin!”

Dedim ki içinden “Bizim Ömer amca galiba yolcu?”hemen yukarı çıktım. Odasına vardığımda gördüğüm manzara aynen şöyleydi:

Sağ elinde tesbih açık duran sol kolunun pazusunda dövme Türk bayrağı,göğsünde imanı ile ,koskoca Anzaklı Ömer son anlarını yaşıyordu.

Hemen başucuna oturdum. Kendisine kelime-i şehadet söylettirdim. O şekilde kucağımda teslim-i ruh etti….

Bir Çanakkale gazisi görmüştüm. Yıllar sonra da olsa Müslüman Türk milletine olan sevgisi sayesinde kendisine iman nasip olmuştu.

“Ne yalan söyleyeyim,ağladım.”

Galata Kulesi ve Kız Kulesi Hikayesi


Bir İstanbul Masalı’nın aşığı, asla ulaşamayacağı Kız Kulesi’ne sevdalı…

Galata Kulesi ile Kız Kulesi’ni aynı günde ziyaret  edip imkansız aşıklara biraz şiir fısıldamak isterdim, Güneşin batışını Galata Kulesi’nden seyredalıp yıldızlarla Kız Kulesi’nde buluşmak… Ama bu seferlik öksüz kaldı sevdam. Yüzyıllardır kavuşamayan aşıkları ben de kavuşturamadım.  Hem eğer kavuşabilmiş olsalardı yıllarca dillere destan olurlar mıydı aşklarıyla Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı, Tahir ile Zühre ya da Yusuf ile Züleyha ? İşte bundandır ki divan edebiyatı hep kavuşamayan aşıklardan bahseder. Divan edebiyatında bütün aşklar tek yanlıdır, aşık hep sever, acı çeker, hiçbir karşılık görmez, her zaman sevdiğinden ayrı kalışını dile getirir.

Galata kulesi bütün heybetiyle yükselmiş Kız Kulesinin karşısında.İstanbul’un her bir köşesine hakim ve kudretli duruşuyla öyle yakışıklı gözüküyormuş ki, Kız kulesinin ona vurulmaması imkansızmış. Galata kulesi de ilk gördüğü gün aşık olmuştur denizin ortasında duran bu nazlı kıza.Lakin çok ulaşılmazmış Kız Kulesi onun için aslında. Acaba bilse ona sevdalandığını karşılık verir mi diye düşünüp dururmuş kendi lisanınca.  Çaresizdir Galata Kulesi. Tarih içinde kimi zaman aşkından yanar kavrulur. Kimi zaman çaresizlikten yıkılır durur. Her seferinde söndürdüler yangınını. Tekrar tekrar inşa ederler. Her yükselişinde bir daha görür Kız Kulesi’ni, bir kez daha aşık olur hiç bıkıp usanmadan.

İki aşık yıllarca bakarlar birbirlerinin güzelliğine ama nasıl kavuşur nasıl dile getirirlermiş ki aşklarını, arada kocaaa bir deniz… Kız kulesi aşık olduğu heybetli yakışıklıya hislerini anlatamadığı için günden güne daha bir solgunlaşmış, üstelik onun hislerini de merak eder olmuş, ya o sevmezse beni diye kahrından deli olmuş. Galata kulesi de aynı merak ve endişe ile büyütüyormuş her geçen gün ona olan aşkını… Yıllar yılları kovalamış yüzyılları doğurmuş. Galata Kulesi dayanamamış sevdiğini bu halde görmeye ve bir gün ulaştırırım umuduyla anlatmış ona hissettiklerini sayfalara şiirlere,mektuplara…Yazarmış yazmasına ama ne sesini ne de yazdıklarını hiç iletememiş sevdiğine…Düşünüp dururmuş, nasıl ulaştırabilirmiş ki bu sayfaları aşkına…

Galata kulesi kara kara düşünürken Hezarfen Ahmet Çelebi çıkıvermiş bir gün tepesine ve Galata Kulesinden Üsküdar’a uçacağını anlatmış bu kudretli kuleye. Galata kulesi yalvaran sözcüklerle rica etmiş Hezarfen Ahmet Çelebiden,Kız kulesine yazdığı mektupları, şiirleri ulaştırmasını.Galata kulesinin aşkının gücüne dayanamayan Hazerfan Ahmet bu istediği kabul etmiş.Almış mektupları koynuna ve bırakmış kendini koca kuleden boğaza doğru. Ama çılgın esen rüzgar ile bir o yana bir bu yana savrulurken denize düşürmüş mektupları,Kız kulesi merakla izlerken bu çılgın adamı, savrulan kağıtları Galata Kulesinin yolladığını hissetmiş ve martılarla şarkılar söyleyerek keyiflenmiş.
Olan biteni uzaklardan çaresiz izleyen Galata Kulesi ise üzüntüden ne yapacağını şaşırmış.Ama görmüş ki dalgalar yardım ediyor aşkına ve mektuplarını tek tek bırakıyor Kız kulesinin kucağına…

Hazarfen Ahmet Çelebi’nin Galata Kulesi’nden uçması, memlekette hiç görülmemiş bir şeydir aslında. Bir insanı uçuran tabi ki aşktır başka ne olabilir? Bu arabuluculuk Hazerfen Ahmet Çelebi için iyi olmamıştır çünkü durumu duyan Padişah Cezayir’e sürer  Hazerfen Ahmet Çelebi’yi. Aşıklara inanmanın bedelini öder ve 31 yaşında Cezayir de ölür Hazarfen Ahmet Çelebi.

O günden sonra Galata Kulesi hem esirlere hem de kendine zindan olur. Kız Kulesi de hem bazı devlet adamlarının hem de kendinin zindanı olacaktır. Kaderleri birdir artık. Kız kulesi aşkına karşılık bulmanın sevinci ile içine güneş gibi doğan bu haşmetli kulenin karşısında günden güne güzelleşir.. Aşkının karşılıksız olmadığını gören Galata Kulesi de yıllara rağmen daha bir kudretli daha bir sağlam süzer olur sevdiğini…
İşte bu aşk sayesinde ikisi de yıllardır güzellikleriyle büyülüyor insanlığı.

Aşk her zaman insanlar arasında olmayabilirmiş demek ki…

Bazen bir çiçeğe aşık olur insan bazen bir kedinin gözlerine hapseder aşkı, bazen bir Sultan’a aşık olur da söyleyemez derdini…

Ne olursa olsun güzel şeydir aşk. Galata Kulesi’nin en üst katında bir de restaurant yapmışlar ki panaromik olarak sık aralıklarla büyük pencereler koymuşlar, her pencere önü bir masa, tam evlilik teklifi edilecek yer.

Süleymaniye Camisi ve Hikayesi


Hepsi efsane halinde günümüze ulaşan ve doğrulu tartışılan hikayeler olsa da birden çok öyküsü var Süleymaniye Camisi'nin.

Kanuni Sultan Süleyman tarafından imparatorluğun gücünü ve görkemini göstermek adına inşa ettirildi. Camii ve külliyesi 7 senede bitirildi. Ancak 7 yıllık bu uzun süre Kanuni'nin canını sıkmıştı. Sinan'ın yapıyı neden bir türlü açmadığını anlamamıştı. O sırada her taraftan da dedikodular yağmaya başladı Sultan'a.

Kanuni durumu kendi gözleriyle görmek için bir ikindi vakti Süleymaniye'ye gitti. Muhteşem yapının içine girdiğinde Sinan tam da söylendiği gibi caminin ortasında oturmuş nargilesini tüttürmekteydi.

Sultan gözlerine inanamadı. Tok sesiyle ve bütün haşmetiyle '' Bu ne iştir Mimarbaşı?'' diye haykırdı. Oysa Mimar Sinan'ın içtiği nargilede tömbeki yoktu. İçtiği sadece suydu.

Usta Mimar, nargilenin fokurtularını dinleyerek caminin akustiğini ölçmeye çalışıyordu. Mihraptaki imamın sesini, aynı oranda bütün camiye nasıl ulaştıracağını hesaplıyordu.

Bunun için Anadolu'nun değişik köşelerinden 65 tane dev turşu küpü getirtti. Bu küpleri içleri boş, ağızları dışarıya gelecek şekilde kubbenin eteklerine dizdirdi.

Amacına ulaşmıştı Mimarbaşı. Sesi, yüzlerce metrekarelik mekanın her köşesine, en iyi şekilde yaymayı başarmıştı. Kanuni'de , Sinan'ın niyetini anlamış, ustasını hemen bağışlamıştı.

Mimar Sinan yapının içine bir de hava koridoru inşa etti. Elektriğin henüz bulunmadığı o yıllarda, Süleymaniye 275 dev kandille aydınlatılıyordu.
Sinan, bu kandillerden çıkan is camiye zarar vermesin ve cemaati rahatsız etmesin diye orta kapının üzerine küçük bir odacık yaptırdı.
Binanın değişik köşelerine açtığı oyuklardan giren islerin bu odada toplanmasını sağladı. Şaşırdınız değil mi? Durun, daha bitmedi…
Ve adına da İs Odası denilen bu bölmenin içine özel bir nemlendirme sistemi kurdu Sinan. Odada toplanan islerden, dönemin en kaliteli mürekkebini damıttı.

Süleymaniye'nin duvarlarında gördüğünüz o muhteşem kalem işleri, yazılar, süslemeler, caminin kandillerinden çıkan isten damıtılan o mürekkeple yapıldı.

Bütün bunlar günümüzden 458 yıl öncesinin bilimiyle, teknolojisiyle yapıldı. Son bir şifre daha var. Hani oyuklar var ya isin bir odada toplanmasını sağlayan, hava akımını içeri alan dışarıya çıkıp o iki oyuktan içeriye baktığınızda, birinden caminin içindeki Allah, diğerinden ise Muhammed yazılı dev levhaları görürsünüz.

Ayrıca Süleymaniye'nin hangi köşesini, hangi duvarını, hangi açısını ölçerseniz ölçün, sayısal olarak karşınıza Allah kelimesinin ve katlarının çıktığını görürsünüz.

Çay Hikayesi


       Karadenizde anlatılan meşhur  hikayeyi bilmeyen yoktur sanırım.. çocukken hayranlıkla dinlerdim çok hoşuma giderdi.. bilmiyorum ne kadar doğru ne kadar yanlış ama şuanda benim için pek geçerli değil bu hikaye.. eskidendi böyle kaynana gelin muhabbetleri..
gelin aldık demek temizlikçi aldık demekti, gelin aldık demek aşçı aldık demekti, gelin aldık demek hizmetçi aldık demekti yalan mı?
eski gelinleri az oturup dinleyin hiç biri güzel şeyler anlatmıyor..
ara sıra bana soruyorlar nasıl alışabildin mi evliliğe diye?
tabi çok iyiyim , mutluyum diyorum.. güzel bir evim olmuş, eşyalarım olmuş, yanıma da sevdiğim adamı vermişler al onunla yaşa demişler gibi..
eskisi gibi olsa böyle güle oynaya evlenmeyi kim ister ki?
kınamda hiç ağlamadım, anneme de izin vermedim...
gelin vermedin sen, bir kızın vardı şimdi bir oğlun daha oldu dedim..
hatta kardeşim de evlendi 2 kızın vardı 2 oğlun daha oldu dedim..
şimdiki nesil çok şanslı,her anlamda çok çok rahatız..
inanmıyorsanız, oturun bir yaşlı teyzenin yanına anlatsın size gençliğini, gelinliğini ;)
şükretmek lazım çokça şükür etmek lazım...

Balıkçı Hikayesi



Amerikalı bir iş adamı, iş seyahati için Meksika’ ya gitmiş. Boş zamanında şirin bir kıyı kasabasını ziyaret etmiş. Limanda gezinirken,  balık dolu bir tekne ve içinde keyifli bir balıkçıyı görmüş. Balıkçıya seslenmiş:

– Merhaba balıkçı, teknen balık dolu, bu kadar balığı ne kadar zaman da tuttun?

Balıkçı cevap vermiş:

– Bir iki saatte tuttum.

İşadamı merak etmiş:

–  Neden biraz daha uğraşıp daha fazla tutmadın?

Balıkçı omuz silkerek, cevaplamış:

– Bu kadar balık bizim için yeterli, daha fazlasına ihtiyacımız yok ki.

İş adamı balıkçının kanaatkarca yaklaşımına şaşırmış, merak etmiş:

– Günün kalan zamanında ne yapıyorsun peki, bütün günü nasıl geçiriyorsun?

Balıkçı, anlatmış bir gününü:

– Sabahları, denize açılırım, ihtiyacım kadar balık tutarım. Sonra çocuklarımla oynarım, onlarla vakit geçiririm. Öğleyin karımla biraz siesta yaparım. Akşamları amigolarla beraber gitar çalıp, şarap içer, gece yarısına kadar eğleniriz. Anlayacağınız gün nasıl geçiyor anlamıyorum, sinyor.

İş adamı kendinden emin bir şekilde:

– Bak demiş istersen ben sana yardım ederim. Balık tutma işine daha çok zaman ayırmalısın. Büyük bir tekne ile daha çok balık tutabilirsin. Elde edeceğin gelirle başka tekneler de alırsın. Kısa zamanda bir balıkçı filosuna sahip olursun. Çok balık yakaladığın için balığı aracılara değil, doğrudan işleme tesislerine satabilirsin. Hatta daha sonra kendi balık işleme tesisini bile kurabilirsin. Benim yardımlarımla balıkçılık sektöründe lider olursun.

Balıkçı merakla sordu:

– Bu dediklerinizi yapmak kaç sene sürer sinyor ?

İş adamı:

– Tahminen 15-20 yıl sürer, ama sonrası daha güzel, şirketini halka açarsın, hisselerini iyi paraya satarsın, kısa zamanda zengin olup milyonlar kazanabilirsin.

Balıkçı heyecanlanmış:

– Milyonlar kazanırım ha, peki sonra bu parayla ne yapacağım?

İş adamı hayalini anlatmış:

– Sonra emekli olursun. Şirin bir balıkçı kasabasına yerleşirsin.  Bundan sonra artık zevk için balık tutarsın. Çocuklarınla, torunlarınla oynarsın. Eşinle keyfince istediğin kadar siesta yaparsın. Akşamları da arkadaşlarınla şarap içer ve gece yarısına kadar gülüp eğlenirsin. Sence de mükemmel değil mi?

Balıkçı iş adamını dinleyince ondan daha zenginim diye düşünür.

Zengin olan çok parası olup hayatı boyunca durmak bilmeden çalışan mı, yoksa zengin gibi hayat süren mi?

Zaman ve Aşk


Biz zamanlar bir ada varmış.

Kibir, Mutluluk, Bilgi ve bu hikayede ismi geçen diğerleri hep bu adada yaşarmış. Ve tabii ki Aşk. Bir gün, her nasılsa, adanın batmakta olduğu anlaşılmış. Bir panik, bir panik! Müthiş bir arbede yaşanmış.

Herkes adayı terk etmek için yollar aramaya başlamış:

Sandallar hazırlanmış, filikalar adaya yanaşmış, ayrıca tekneler ve yelkenliler de varmış.

* * *

Herkes adayı birbir terk ediyor ya...

Aşk direniyormuş!

Bir türlü gitmek istemiyormuş.

Böyle de keçiymiş.

* * *

Ada neredeyse battığı zaman ise...

Anlamış ki Aşk, ne yapsa nafile...

Yardım istemeye karar vermiş.

İşte o sırada şişman Zenginlik i görmüş, kendisi gibi şişman olan bir tekneye yerleşmekteymiş.

Aşk, en masum haliyle:

- Beni de yanına alır mısın Zenginlik? demiş.

Zenginlik cevap vermiş:

- Çok isterdim ama alamam, biliyor musun teknemde çok fazla pırlanta ve elmas var ben onlardan vazgeçemem. Beni anlıyorsun değil mi, senin için yerim yok Aşk, belki başka sefere demiş.

* * *

Aşk, bu sefer de çok güzel bir yelkenlinin içindeki Kibir den yardım istemeye karar vermiş.

Biraz ürkekçe:

- Kibirciğim bari sen bana yardım et, demiş.

Kibir de:

- Edemem Aşk, sen sırılsıklamsın, tüm buraları ıslatırsın, hem sen benim başıma iş açarsın demiş.

Üzüntü de yakınlardaymış.

Aşk yılmamış, usulca ona yaklaşmış:

- Seninle gelsem Üzüntü, olmaz mı? diye fısıldamış.

- O kadar üzgünüm kü Aşk, yalnız kalmaya ihtiyacım var diye yanıtlamış Üzüntü.

Mutluluk da o sırada Aşk ın yanından gelmiş geçmiş.

* * *

Tam umudunu yitirdiği anda Aşk...

Birden bir ses işitmiş:

- Gel Aşk! Ben seni yanıma alacağım.

Bu sesin sahibi Aşk tan daha yaşlı biriymiş.

Ama Aşk kendini o kadar şanslı ve mutlu hissetmiş, o kadar kendinden geçmiş ki, kendisini yanına alan bu kişinin kim olduğunu sormayı o sırada akıl edememiş. Zaten Aşk ın aklı hiç bir zaman başında değilmiş! Yeni bir kara parçasına vardıklarında, yani kurtulduklarında, Aşk a yardım eden o kişi yoluna devam etmiş. İşte o sırada bizimki, ona ne kadar da minnettar kaldığını fark edip, koştura koştura Bilgi yi bulmuş ve sormuş:

- Kimdi o bana yardım eden?

Bilgi cevap vermiş:

- O Zaman idi.

Aşk da demiş ki:

- Peki ama bana neden bana yardım etti?

Bilgi gülümsemiş:

- Çünkü sadece Zaman, Aşk ın ne kadar büyük olduğunu anlayabilir!

Galata Kulesi ve Bir Genç Adam




6 Haziran 1973
Pırıl pırıl bir yaz günüydü
Aydınlıktı, güzeldi dünya
Bir adam düştü o gün Galata Kulesi’nden
Kendini bir anda bıraktı boşluğa
Ömrünün baharında
Bütün umutlarıyla birlikte
Paramparça oldu
Bir adam benim oğlumdu...

Gencecikti Vedat
Işıl ışıldı gözleri
İçi
Bütün insanlar için sevgiyle doluydu
Çıktı apansız o dönülmez yolculuğa
Kendini bir anda bıraktı boşluğa
Söndü güneş, karardı yeryüzü bütün
Zaman durdu
Bir adam düştü Galata Kulesi’nden
Bu adam benim oğlumdu

“Açarken ufkunda güller alevden”
Çıktı, her günkü gibi gülerek evden
Kimseye belli etmedi içindeki yangını
Yürüdü, kendinden emin
Sonsuzluğa doğru
Galata Kulesi’nde bekliyordu ecel
Bir fincan kahve, bir kadeh konyak
Ölüm yolcusunun son arzusu buydu
Bir adam düştü Galata Kulesi’nden
Bu adam benim oğlumdu

Küçüktü bir zaman
Kucağıma alır ninniler söylerdim ona
“Uyu oğlum, uyu oğlum, ninni”
Bir daha uyanmamak üzere uyudu Vedat

6 Haziran 1973
Galata Kulesi’nden bir adam attı kendini
Bu nankör insanlara
Bu kalleş dünyaya inat
Şimdi yine bir ninni söylüyorum ona
“Uyan oğlum, uyan oğlum, uyan Vedat”... 

Ümit Yaşar OĞUZCAN

İlahi Güç ve Bir Onbaşı


Çanakkale ‘de 18 Mart 1915 günü dünya savaş tarihinde bir eşine rastlanmayan olayın kahramanı Seyit 1909 da askere alınır. Eğitim o cephe bu cephe askerliğin 6.yılında 1915’te görev yeri Çanakkale Rumeli Mecidiye Bataryasıdır. Çanakkale Savaşlarının ilk adımı olan 18 Mart 1915 İtilaf Devletleri Donanma Zırhları bizim en güçlü bataryalarımızdan Hamidiye Dardonos Baykuş Rumeli Mecidiye Bataryası’ndan atılan 28’lik bir mermi düşman sancak gemisi Queen Elizabeth e isabet eder. Zırhlı bir müddet sonra bütün namluları Rumeli Mecidiye Bataryamıza yöneltir ve bataryamız susar.

Tek hayatta kalan batarya komutanı Yüzbaşı Hilmi Bey kahraman evlatlarını kaybetmenin hüznü içindedir. O anda bir ses Komutanım beni kurtarın! O sese doğru giden komutan toprağı eşeler ve ilk kurtulan er Niğdeli Ali’dir. Komutan ve Ali şehit ve yaralıları toplarken toprak üzerinde dikili duran bir ayağa rastlarlar ve hemen toprağı kazıp çıkarırlar toprak altında oksijensizlikten baygın olan seyit’tir. Komutan ve Yüzbaşı Hilmi Bey Niğdeli Ali’ye Evladım bu kurtarma işleri ikimizle olmayacak sen Seyit in yanından ayrılma Boğaz Komutanlığı’ndan yardım gelene kadar ben yakın birliklerden yardım almaya gidiyorum. 

Bir müddet sonra kendine gelen şoku atlatan Koca Seyit Ali ne oldu anlatsana arkadaşlarım komutanım toplarımız nerde? Diye sorarken gözü ayakta kalan tek topa takılır yattığı yerden oturarak doğrulduğunda etrafı süzer bakar ki arkadaşlarının vücutları etrafa dağılmış bu manzara karşısında bir yanar dağın lavları gibi püsküren Koca Seyit ayakta topa doğru koşar Niğdeli Ali şaşkındır Seyit bakar ki top sağlam yalnız mermiyi kaldıracak mataforası (Vinci) bozuktur.

İşte o anda vatan millet sevgisi bayrak sancak sevgisi ve inancın çelikleştirdiği yerde duran 275 kg’lık mermiyi Niğdeli Ali yardımıyla kucaklayarak iki metre yükseklikte bulunan topun merdivenlerinden çıkarır. Mermiyi namluya sürer ve infilak ettirir. Niğdeli Ali bu merminin hedefe isabet görebilmek için gözetleme yerine gitmiştir. Gördüğü manzara düşmanın Ocean zırhlısına tam isabet kaydedilmiştir. Bu zırhlı o günkü 18 Mart Deniz Savaşın’da batırılan üç zırhlıdan biridir. Bu olay bütün savaş sahalarında yankılar uyandırmış ve sevinç yaratmıştır.

O günlerde Çanakkale Eceabet ilçesi Bigali Köyünde karargâhında bulunan 19. tümen komutanı Kurmay Yarbay Mustafa Kemal Onbaşı Seyit’i karargâha getirir. O mucize insanı tanımak ister Mustafa Kemal bir kahve Seyit onbaşıya bir kahvede kendine yaptırır ve konuşmalar başlar.

Mustafa Kemal: Evladım tek başına nasıl kaldırdın 275 kg mermiyi? 
Seyit: İşte Allah’ın izniyle oldu komutanım o anda bir çam kütüğü gibi geliverdi.
Mustafa Kemal: Öğrendiğimde göre fakir bir aile çocuğu olduğun halde verilen ikramiyeleri kabul etmemişsin yalnız bana yatın ilave verin demişsin ve onu da ertesi gün Komutanına ben arkadaşlarımın hakkını yiyemem bunu da geri alır mısınız? Demişsin.
Seyit: Komutanım sizin ikram ettiğiniz şu kahve benim için en büyük armağandır.
Mustafa Kemal: O Mermiyi kaldırdığın gibi beni de kaldırabilir misin? 
Seyit: Hayır Komutanım.
Mustafa Kemal: Niye ben o mermiden ağır mıyım Seyit? 
Seyit Komutanım merminin ağırlığı başka sizin ağırlığınız bambaşka Sizi ben değil dünya bile kaldıramaz.

Bir Bayrak Bir Vatan



Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü,
Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü,
Işık ışık, dalga dalga bayrağım!
Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.

Sana benim gözümle bakmayanın
Mezarını kazacağım.
Seni selâmlamadan uçan kuşun
Yuvasını bozacağım.

Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder...
Gölgende bana da, bana da yer ver.
Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar:
Yurda ay yıldızının ışığı yeter.

Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün
Kızıllığında ısındık;
Dağlardan çöllere düştüğümüz gün
Gölgene sığındık.

Ey şimdi süzgün, rüzgârlarda dalgalı;
Barışın güvercini, savaşın kartalı
Yüksek yerlerde açan çiçeğim.
Senin altında doğdum.
Senin dibinde öleceğim.

Tarihim, şerefim, şiirim, her şeyim:
Yer yüzünde yer beğen!
Nereye dikilmek istersen,
Söyle, seni oraya dikeyim!
 
 
Arif Nihat Asya

Köprü Hikayesi


   Bir zamanlar, birbirine bitişik iki çiftlikte yaşayan iki erkek kardeş vardı. Günlerden bir gün bu iki kardeş arasında bir anlaşmazlık baş gösterdi. İki kardeş arasında o zamana değin ilk kez görülen anlaşmazlık, giderek büyüdü ve kardeşler arasında ayrılığa neden oldu.
  İki kardeş, birbirlerine yalnızca küsmekle kalmadılar, yıllardır ortaklaşa kullandıkları tarım makinelerine değin, sahip oldukları tüm araç gereçlerini ve mal varlıklarını da ayırdılar.
  Küçük bir yanlış anlama sonucu başlayan anlaşmazlığı izleyen ayrılık, giderek büyüyen bir uçuruma dönüştü ve en sonunda yerini, karşılıklı kullanılan hoş olmayan sözlere bıraktı. Bunun arkasından da beklenenler oldu ve kardeşler arasında önce şiddetli bir kavga, sonra da ürkütücü bir sessizlik yaşanmaya başladı.
  Bir sabah, bu iki kardeşten büyüğünün kapısına bir usta geldi. Elinde büyük bir marangoz çantası vardı.
  Ev sahibinden geçici bir iş istedi:
       -     Yapılacak ufak tefek bir işiniz varsa, size yardımcı olmak isterim, dedi.
       -     Elimden hemen her iş gelir. Birkaç gün çalışırım, işi bitiririm.
 Büyük kardeşin aklına o an bir " iş " geldi.
       -      Evet, sana göre bir işim var, dedi ve küçük kardeşinin çiftliğini işaret etti.
     -    Şu derenin karşısındaki çiftlik, komşumundur. Daha doğrusu, benim küçük kardeşime aittir o çiftlik. Geçen haftaya dek benim çiftliğimle onun çiftliği arasında bir otlak vardı. Sonra o, buldozeriyle oraya ırmak bendi yaptı ve şimdi aramızda, otlak yerine, çiftliklerimizi birbirinden ayıran bir dere var.
İş isteyen adam, büyük kardeşin söylediklerini dikkatle dinledikten sonra sordu:
-Benden ne yapmamı istiyorsunuz? dedi.
Büyük kardeş önce kuşkusunu, sonra da kararını açıkladı:
-Kardeşim bunu, bana acı vermek için yapmış olabilir, dedi.
-Fakat şimdi ben, onun yaptığından daha büyük bir şey yapacağım.
Bunları söyledikten sonra adamı aldı, ahırların olduğu yere götürdü ve duvarın dibinde yığılı duran kütükleri gösterdi:
-Senden, bu kütükleri kullanarak, iki çiftlik arasında üç metre yükseklikte bir çit yapmanı istiyorum , dedi.
-Kaç gün çalışırsan çalış, nasıl yaparsan yap ama bana öyle bir çit yap ki, gözlerim kardeşimin çiftliğini artık görmek zorunda kalmasın.
İş arayan usta, başını salladı:
-Sanırım durumu anladım, efendim, dedi.
-Şimdi bana çivilerin, kazma küreğin yerini gösterin ki hemen işime başlayayım.
Büyük kardeş ustaya kazma, küreğin ve çivilerin olduğu yeri gösterdikten sonra, alışveriş yapmak için kasabaya gitti. Usta ise, tüm gün boyunca ölçerek, keserek, çivileyerek sıkı bir biçimde çalışmaya koyuldu.
Akşam güneş batarken o, işini bitirmiş, çiftlik sahibi büyük kardeş ise alışverişini tamamlamış, kasabadan dönüyordu. Çiftliğe gelir gelmez ustanın yaptıklarına baktı ve şaşkınlıktan gözleri, yuvalarından fırlayacakmış gibi açıldı. Karşısında, yapılmasını istediği çit yoktu ama derenin bir yakasından öteki yakasına uzanan görkemli bir köprü vardı. Biri kendi çiftliğinin toprağına, öteki küçük kardeşinin çiftliğinin toprağına oturtulmuş sağlam iki ayak üzerinde, yanlarındaki korkuluklarına varıncaya dek tüm ayrıntılarıyla yapılmış ve tam anlamıyla "usta işi" denilecek kusursuzlukta bir köprü uzanıyordu.
Büyük kardeş, hâlâ geçmeyen şaşkınlığıyla bu köprüyü seyrederken, karşıdan birinin geldiğini gördü. Dikkatle baktığında gelen kişinin komşusu, yani küçük kardeşi olduğunu anladı.Kardeşi, kollarını iki yana açmış olarak köprünün karşı ucundan kendisine doğru yürüyordu.
-Benim sana karşı yaptığım bunca haksızlığa ve söylediğim bunca kötü söze karşın sen, bu köprüyü yaptırarak ne denli iyi ve ne denli büyük bir insan olduğunu gösterdin, dedi ağabeyine.
-Şimdi bir büyüklük daha yap ve sen de kollarını açarak bana gel...
Köprünün iki ucundan ortaya doğru yürüyen kardeşler, köprünün ortasında bir araya geldiler ve özlemle kucaklaştılar. Büyük kardeş bir ara arkasına baktığında, çantasını toplayıp, oradan ayrılmakta olan ustayı gördü.
-Gitme! Dur, bekle, diye seslendi ona.
-Sana yaptıracağım birkaç iş daha var, çiftliğimde...
Usta gülümsedi:
-Ben buradaki işimi tamamladım, gitmem gerek, dedi ve ekledi:
-Yapmam gereken daha çok köprü var.